Bir Anzak Askerinin Gözünden

Yayınlama: 18.03.2024
A+
A-
Konya Büyüksehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu,Yazar- Dramaturg

Şu ileride ki yamaçta, bir tabur askerimizi kaybettik. Tam bir tabur asker. Biz ikinci taburdaydık. Onlara destek için geliyorduk. Yetişemedik. Burada saniyeler içinde her şey değişebiliyor. Azrail’in en hızlı çalıştığı yer burası olsa gerek. Yorulmuş olma ihtimali de, bir hayli yüksek. Buraya gelen, burada ölen, yaralanan herkesin aklında şu soru vardı. Neden buradayız? Burada ne işimiz var? Kimin için savaşıyoruz? Bizim vatanımız değildi. İşgal altında değildik. Buradaki çocukların hiçbirisiyle en ufak bir sorunumuz da yoktu. Peki, neden buradayız? Bizden istenilen tek şey, ölmek ve öldürmek. Peki, ama ne için? Yaşadığım yerde resim öğretmeniydim ben. Şu an çizebilir miyim herhangi bir şey, onu bile bilmiyorum. Ekspresyonizm hakkında saatlerce konuşabilirdim ama bir silah nasıl patlar, ne olunca tutukluk yapar bilmezdim. Şimdi öğrendim. Aşağılık insan her şeye alışıyor, öğreniyor. Kaç çocuk öldürdüm hatırlamıyorum bile. Çocuk diyorum, çünkü savaştıklarımızın tamamına yakını neredeyse çocuktu. On altıların da bile değillerdi çoğu. İnsan öldürmek tuhafmış gerçekten. Asla yapamam diyorsun sonra… İnsan hayatı, asla kelimesiyle dolu değil mi zaten?

O gün ölülerimizi gömmek için savaşa ara vermiştik. Bir kısmımız ölülerimizi gömüyor, bir kısmımız da dinleniyordu. Ben, bir parça ekmeğim kalmıştı onu yiyordum. Yokluk bütün dünyayı kasıp kavuruyordu. Zengin olduğumuz tek şey silahlardı. Ahmak insanlar, savaşların silahlarla kazanılmayacağını henüz idrak etmemişti. Öyle olsaydı, Çanakkale mezarımız olmazdı. Ben bunları düşünürken süre doldu ve savaş yeniden başladı. Taarruza geçtik. Her yandan mermiler yağıyordu. Yanımda koşanların bedenlerinin yere düştüğünü gördüm. Bir bir eksiliyorduk. Mermilerin çarpıştığı bir yerdi burası. Ben, kendimi genişçe bir siperin içine attım. Kıyamet gibi bir şeydi. Sesler, çığlıklar, feryatlar… Gökyüzü barut kokuyordu o akşam. Ve diğer bütün akşamlar. O esnada gözüm denize takıldı. Masmavi geniş bir denizdi. Orada olmayı, kirli bedenimi serin sulara bırakmayı hayal ettim. Hepimizin yıkanması, arınması gerekiyordu çünkü. Yağmur yağmaya başladı. Yağmur! Ne güzel! İnsanlığın pisliğini temizliyor, ruhlarımızı yıkıyordu adeta. Yağmur yağdığı zaman, istisnasız hep dışarı çıkardık onunla. Karım, sevgilim. Yağmur dökülürdü narin teninden, ben onu izler gözyaşlarımı yağmura armağan ederdim.  Aşk olarak akardı ruhumuzdan… Gözümü açtığımda karşımda iri yarı bıyıklı bir Türk askerini gördüm. Yüzünde, gözlerinde kusursuz bir ölüm vardı. Öyle derin bakıyordu ki, kaybedecek hiçbir şeyi yoktu, vatanından başka…

Tetiği çekti, ama tüfek tutukluk yapmıştı. Malum yağmur. Yağmur bir kez daha hayatımı kurtarmıştı. Kendime gelmek, ayağa kalkmak için hamle yaptım üstüme atladı. Boğuşmaya başladık. Birbirini hiç tanımayan, arasında en ufak sorunu bile olmayan iki kişi, gücünün son damlasına kadar birbirini öldürmek için savaş veriyordu. İşte bu kadar anlamsızdı hayat. Saçma… Gücüm tükeniyordu. Ölümü hissetmeye başlamıştım damarlarımda. Yolun sonuna gelmiştim. Bilmediğim bir diyarda bilmedim bir toprağın içine gömülecektim. Bir el silah sesi duydum. Üzerimde beni boğmaya devam eden Türk askeri, yalpaladı ama yılmadı. Sonra bir el silah sesi daha… Bir ses daha… Bir ses daha… Üzerimden kayıp toprağa dokundu cansız bedeni. Gözlerine baktım, gözlerinin içine… Gülümsüyordu… Karşımda ki genç çocuk “ İyi misin?” diye sordu. İyi değildim. Hiç iyi değildim. Eksiktim, yarımdım, anlamsızdım, çaresizdim. Kraliçeye saygımızı bildirmek, ona bağlılığımızı kanıtlamak için, burada yüz binlerce asker ölüyordu. Ne alçakça! Buraya ilk geldiğimiz günü anımsadım şimdi. Gece yarısı sessizce… Arı burnu denilen yere getirdiler bizi. Kıyıya varmak üzereydik ancak tek bir mermi bile atılmamıştı. Kolay olacak diyorduk içimizden. Savaşı kazanıp hemen eve dönebilecektik. Kavuşabilecektik nehrimize, güneşimize, karımıza, sevgilimize… Barbar Türkler korkmuştu beklide. O zamanlar öyle diyorduk onlara. Ya da bize öyle öğretilmişti. Canavardı onlar. Acımazsız hiçbir şeyden anlamayan sadece öldürmeye yarayan birer canavar. Sonradan bunun koca bir yalan olduğunu anlayacaktık ama iş işten geçmiş olacaktı. Arıburnu denilen yer bizim sonumuz oldu. Birkaç kere mermi sesi duyduk. Kolay olacak hissi daha da belirginleşmeye başladı içimizde. Kimsecikler yok gibiydi etrafta. Belki de korkup geri çekilmişlerdi. Kıyıya ayak basar basmaz bir anda ortalık yangın yerine, cehenneme döndü. Mermilerden, toplardan kaçıp bir siperin içine atabilenler şanslıydı. Onlar da bir avuç insandı zaten. Daha elli metre yürümeden iki tabur askerimizi kaybettik. Ölümü göze almış Türk askeri, tepeden bize hayatımız boyunca unutamayacağımız bir ders veriyordu. Bacakları kopan, kafası dağılan, binlerce insan… O masmavi denizin sahili, kıpkıpımızı kana boyandı on dakika içinde. Bir yer buldum, attım kendimi oraya. Silahların azalmasını beklemeye koyuldum. Korkuyordum, hem de çok korkuyordum.

Sert, iri yarı bir komutanımız vardı. Emir subayı. İsmini nedense hatırlamıyorum şimdi. Sarı, gür bıyıklarını anımsıyorum sadece. Şu ilerideki tepede mevzilenen Türk askerini yok etmek için emir almıştı. Yaklaşık yüz, yüz elli kişilik bir ekiple tepeye tırmanmaya başladık. O kadar dik bir yokuştu ki, tek bir mermi atmadan yorulmuştuk. Komutan devamlı bağırıyor, “koşun” “yürüyün” diye emirler yağdırıyordu. Bir ara dengemi kaybedip yere düştüm. Yanıma gelip sertçe kaldırdı beni ayağa; “ Böyle mi Türk öldüreceksin? Hadi asker sus ve emre itaat et!” Türk öldürmek? İşte amacımız sadece buydu. Tanımadığımız kişileri, sırf birileri istiyor diye tam sekiz hafta boyunca öldürdük. Tanrım ne kadar büyük bir günah bu?

Yukarı çıkıyor, sonra Türklerin kovalaması ile aşağı iniyorduk. Yaklaşık üç saat boyunca, sadece on iki adım yukarı çıkabildik. Sadece on iki adım. Komutan delirmişti. Beylik tabancısını çıkardı. Bu böyle gitmeyecek dedi. Sizi şeref… Sözünü tamamlayamadı. Kafatasına bir kurşun değdi. Yere yığıldı. Artık komutanımız da yoktu. İçimizden bir asker, durumu izah etmek için koşarak aşağı indi ve bir saat sonra geri döndü. Emir çok açıktı. Türkler yok edilene kadar taarruz devam edecekti. Oysa bilmiyorlardı ki yok olan bizdik. Gece yarısına kadar savaştık. Bu anlamsız savaşta uykumu da yitirmiştim. Yalnız ben değil kimse uyuyamıyordu. Çünkü uyursak kâbus görüyorduk. Ya da evimizde olduğumuzu. Uyanınca yine aynı yer. Bunun adı, neresinden bakarsan bak, kâbustu. Düşünsenize; sekiz hafta boyunca bit ayıkladık, berbat konserveler yedik, şanslıysak birkaç saat uyuduk. Öldürdük öldük… Bu kadar… Sigarasını aldığım Türk, ölmüş müdür acaba? Ne iyi çocuktu. Yirmili yaşlarda, yağız bir delikanlıydı. Ölüleri gömmek için savaşa ara vermiştik. Sigara karşılığı benden sığı eti konservesi almıştı. İkna etmek için ne zorlanmıştı ama. Zira domuz eti sanıyordu. Dil bilmeden anlaştık. El sıkıştık ve vedalaştık. Kim bilir, belki de ölmüştür şimdi. Belki de, benim bir mermim öldürmüştür onu. Bu savaşı başlatanlar nasıl uyuyorlar yataklarında? Hep bu soruyu soruyorum kendi kendime.

Çanakkale savaşına katılan Anzak askerinden biri olan John Parter ’in anılarından yola çıkılarak yazılmıştır. Çanakkale zaferimiz kutlu olsun. Şehirlerimizin, o savaşa katılıp vatanımız için mücadele eden bütün atalarımızın ruhları şad olsun. Tük Milleti ilelebet payidar olsun.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.