Yusuf Ve Kuyular (Üçüncü Bölüm )
Babamı hiç bilmem ben. Hiç görmedim. Kimseye de baba demedim. Demek istemedim. Baba kelimesini de gölgesini de sıyırıp attım aynamdan. Anam bana hamileyken, “çocuğumuzun geleceği için” deyip Almanya’ya gitmiş. İkna etmiş bir şekilde zavallıyı. Gidiş, o gidiş anlayacağın. Ne gören var, ne de duyan. Anam büyüttü beni. Yine gider korkusuyla mı, yoksa benden dolayı mı bilmiyorum ama hiç evlenmedi bir daha. Sadece o ve ben… Ömrümün en güzel yıllarını onunla yaşadım. Keşke ben de onunla, 15 yaşımda ölseydim. Ölüp gitseydim bu cehennemden. Dizine yatıp, yıldızları seyrettiğim günler gelir aklıma. Kerpiçten evimizin damında yatardık yazları. O bana kocakarı hikâyeleri anlatırdı, ben de yanaklarım ağrıyıncaya kadar gülerdim anlattıklarına. Eski bir mobiletimiz vardı. Mobiletin yanına muhtar dayı, koltuk kaynatmıştı. Ben oraya otururdum, anam da motoru sürerdi. Tarlaları geze geze yolculuk yapardık. Rüzgâr saçlarımı uçuşturduğunda, anamın gülen gözlerini baktığımda, mutluluğun ne demek olduğunu anlamaya başlardım. Portakal bahçemiz vardı. Tek gelirimiz de oydu zaten. Bu yüzden, oldum olası portakal kokusunu çok severim. Annem gelir aklıma. Geçmişim, gülüşlerim gelir aklıma…
Anacağımın bana söylemediği şeyler vardı. Hiç belli etmediği… Derinden duyduğu hasret, terk edilmişlik, içinde dipsiz bir kuyuya dönüşmüştü. Düşüyordu, o kuyuya usulca. Ölüyordu yanım başımda ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Bir gece, her zamanki gibi öpüp beni, yatağına geçti. Nerden bilirdim ki o gece bambaşka bir karanlığa uyanacağımı…
Kaybettim anamı. Yitip gitti avuçlarımın arasından. Geçmişim geleceğim de onunla gitti. Tek başına kalmıştım koskoca evde. On beş yaşında bir çocuk, yapayalnızdı artık. Baba diye adlandırdıkları o adama olan nefretim büyüdükçe büyüyordu. Hesap sormak istiyordum ondan. Çıkıp karşısına, içimde biriken bütün kinimi, öfkemi kusmak istiyordum yüzüne. Annem üzülmesin diye hiç sormazdım. Herkese sorar oldum. Bir ipucu bir yol bulmak istiyordum. Sonunda bir iz bulmuştum. İstanbul’da yaşıyormuş uzun yıllardır. Onun dışında hakkında bir şey bilen yok. Orada olup olmadığı bile değil. Belki de başka bir yere gitmiştir. Aklı başında olanlar hep beni uyardı. Yapma etme dediler. Kanımız deli akıyor tabi. Durur muyum, durmadım. Sattım bağı bahçeyi evi. Topladığım parayla da düştüm yollara. Otogarda beni Muhtar dayının kardeşi karşıladı. Sağ olsun ilgilendi benimle. Birkaç ay onun evinde kaldık. On altı yaşında bir çocuk, İstanbul’da varlığından bile olmadığı bir adamı arıyordu. Ne için? Sadece yüzüne haykırmak için. Ne kadar mantıksız değil mi? Bana aradan yıllar geçmesine rağmen hala mantıklı geliyor. Birileri için aşırı önemsiz bir konu birileri için hayat memat meselesi olabiliyor.
Gece on ikiyi geçiyordu saat. Hapishane müdüründen güç bela izin almıştım. İnanmak istiyor, bu son arzusunu geri çevirirsek sonumuz cehennem olur dedim. Hayatımda ilk kez yalan söyledim. Belki de yalan değildir. Bunu hala bilmiyorum. Oturup, onu dinlemeye koyuldum. O anlattıkça hikâyesini, merakım giderek artıyordu. Zaman kısıtlıydı, öyküsü ise sonsuz… Babasını bulabilecek miydi? Bulunca ona ne söyleyecekti? Hepsinden önemlisi tüm bunlara değecek miydi?
Üçüncü Bölümün Sonu