Depresyonda Olan Bir Meleğin Öyküsü
1850’lili yıllarda, İngiltere’nin York şehrinde güzeller güzeli bir kız yaşardı. O dönem için zengin ve aristokrat olan bir ailenin iki çocuğundan biriydi. Ağabeyi reşit olur olmaz İngiltere ordusuna katıldı ve bir daha eve dönmedi. Üç kişilik çekirdek bir aile olarak kalakaldılar. Emily öylesine güzeldi ki, bütün bir şehir, bu güzelliğin altında eziliyordu sanki. Ona âşık olanlar, aşkı mektubu yazanlar, delirenler, kendinden geçenler ve delicesine kıskananlar çoktan daha fazlaydı. İki günde bir evleri, Emily’i görmeye gelen ailelerle doluyordu. Anne ve babanın kızlarını kimseye vermeye niyetleri yoktu. Bencilce bir düşünceyle, onu kimseyle paylaşmak istemiyorlardı. (En azından şimdilik, görünen şey buydu.)Anne durumdan iyiden iyiye rahatsız olmaya başladı. En başlardaki kızgınlıklar, öğütler, nasihatler; giderek öfkeye dönüşmüştü. Kocasıyla defalarca konuşu, ikna ettikten sonra, bir akşam Emily’i zorla evin aşağısındaki mahzene kapattılar. Ellerini ve bacaklarını zincire vurarak… Daha sonra da bir söylenti, dedikodu çıkararak insanları, kızlarının bir gençle kaçtığına ikna ettiler. Önceleri birazcık homurdanmalar oldu ancak unutmaya ve alışmaya meyilli olan insan, yeniden gündelik hayatına döndü. Olayın üstü örtüldü. Emily, tam tamına 25 yıl burada tek başına, odadan hiç dışarı çıkmadan yaşamak zorunda kaldı. Zincire vurulmuş halde. Annesinin getirdiği gündelik saçma yiyeceklerle ve kendi dışkısının üstünde yatarak… Bir düşünün bunu? Bu acının tarifi var mıdır? Yok… Yok… Yok…
Olayın peşini bırakmayan bir rahibin, polise yazdığı yazıyla, 25 yıl sonra o odadan çıkabildi Emily. O odadan çıktığında sadece 25 kiloydu. Evet, yanlış duymadınız. Tam 25 kilo. Hemen hastaneye kaldırıldı. İlk sözüyse şu oldu. “Havayı koklamak ne güzel.”
Doktorlar hayatta kalmasının bir mucize olduğunu söylediler. Ama olmuştu işte. Gerçi buna, nasıl mucize diyeceksiniz ki? Annesinin yüksek dozda ilaç aldığı, ağır bir depresyon hastası olduğu tespit edildi. Yargılandı, idam cezasına çaptırıldı. İdamın gerçekleşeceği yere giderken, yanında duran polisin silahını aniden alıp, intihar etti. Emily’nin babası ise yaklaşık 3 yıl önce ölmüştü. Cesedi yatak odasındaki giysi dolabından çıkarıldı. Zavallı Emily, aklının ucundan bile geçmeyecek vahşice bir kaderi yaşamıştı. Bu olaydan yaklaşık dört ay sonra, hastane odasında, gece saat iki sularında hayata gözlerini yumdu.
Yaşanan kötü olayın ardından 11 yıl geçti. Ev harabe bir halde öylece duruyordu. Lanetli ev olarak anılmaya başlamıştı. İnsanlar, bu evin yanından bile geçmemeye gayret gösteriyorlardı. Mahallede yaşayan ve lise öğrencisi olan dört arkadaş, lanetli ev diye adlandırılan eve girmeye karar verdiler. Çünkü kim daha cesur oyunu oynuyorlardı. O yaşlarda hep olan şeylerdir bunlar. Kendine, diğerlerine kanıtlama çabasının son derece yüksek olduğu yaşlar ve yıllar. Gece yarısından sonra gizlice eve girdiler. Korka korka ama birbirlerine belli etmeden odaları gezmeye koyuldular. Bekledikleri gibi çıkmadı ev. Ne ses duydular ne de hareket eden herhangi bir şey. Yıkık dökük bir evdi alt tarafı. Ötesi yoktu. Sıkılıp gitmeye yeltendiler. Yatak odasından çıkacakken içlerden birisinin gözüne işlemeli tahta bir kutu ilişti. Ranzanın altında kalmıştı. Merak edip açtı ve içinden sararmış bir mektup buldu. Cebine koyup evden uzaklaştılar. Biraz daha sohbet ettikten sonra herkes evine dağıldı. Mektubu bulan çocuk, mektupta neler yazıldığını merak ediyordu. Yatmadan önce cebinden kâğıdı çıkardı ve okumaya başladı. Mektupta şunlar yazıyordu.
Merhaba Anne;
Sürekli, bıkmadan usanmadan bana mektup yazmayı lütfen bırak. Defalarca izah etmeme rağmen, beni anlamamakta ısrar ediyorsunuz. Daha ne yapmak gerekiyor, ne söylemem gerekiyor, inan bilmiyorum. Dönmeyeceğim anne, yanınıza gelmeyeceğim anne. Varsa yoksa kızınız. Şimdi onunla, mutlu mesut yaşayın. Ben yokum aranızda artık. Bunun tadını çıkartın. Bir erkek gibi, onurlu bir adam gibi, İngiltere ordusuna hizmet ediyorum ben. Savaşıyorum kahramanca… Burada asla ikinci planda kalmıyorum. Aksine her daim aranan, beğenilen, saygı gören, saygı duyulan bir askerim. Huzurum da rahatım da yerinde. Gelip orada, kızınıza olan manasız sevginizi görmek istemiyorum. Bana son mektubunda yazmışsın. Emily’i bir odaya kapattık, kimseyle görüştürmüyor, doğru düzgün yemek bile vermiyoruz diye yazmışsın. Bana ne bunlardan anne. Umurumda olduğunu mu sanıyorsun? Umurumda bile değil anne. İster öldürün, ister el bebek gül bebe yaşatın, umurumda bile değil. Yazma anne. Yalvarıyorum yazma bir daha bana. Üvey kardeşimle ilgili hiçbir şey duymak istemiyorum. Bana hayır dedi. Benim için o da siz de bittiniz.
Hoşça kal anne.
Beklediği bir mektup olmayınca genç çocuk, mektubu yırtıp çöpe attı. Sonra da deliksiz bir uykunun kollarına bıraktı kendini. Sabah uyanıp, kalan ömrünü geçirmeye devam etti.
Evet, Emily’in öz annesi uzun yıllar önce kanserden vefat etmişti. Babası da Olvia ile ikinci evliliğini yapmıştı. Olivia’nın eski eşinden bir erkek çocuğu vardı. Ve Richard, Emily’i gördüğü ilk günden beri ona âşıktı. 18 yaşına geldiğinde de ona açıldı ama beklediği ya da umduğu yanıtı alamadı. Emily, onu bir sevgili bir eş olarak görmüyordu. Reddedildiği için Richard, ani bir kararla orduya başvurdu, sınavı kazanıp evden ayrıldı. Olivia, oğlunun gitmesinin nedeni olarak Emily’i görüyordu. O yüzden nefret etti ondan hep. Bir “hayır” yanıtı herkesin kaderini belirlemişti. Soru şuydu… Bu kaderi kim yazmıştı? Tanrı mı, yoksa diğerleri mi?