Başından Belli Mülakatlar Ülkesi (Son bölüm)
Akşamüstü, yemek saatinde, evde ölüm sessizliği hâkimdi. Zaten Seyit için gün akşam, sabah belli değildi artık. Zifiri bir karanlık vardı gözlerinde, ruhunda…
Sofrada sürekli kısık sesle bıyık altından homurdanan babası, sürekli onu bakışlarıyla onaylayan annesi ve kocasından boşanıp iki çocuğuyla baba ocağına dönmüş ablası vardı. Babasının kısık sesle söylediği ağız sözler, boşlukta sürekli Seyit’in yüzüne çarpıyor, delik deşik oluyordu kalbi. Müthiş bir acı duyuyordu Seyit. Bunu anlatmaya kelimeler yetersizdi. Yenilmişti, örselenmişti. Hiçbir yer ona ait değildi. Kendi küçük evlerinde parya olmuştu sanki.
Kısa bir sessizlikten sonra babasının sözleri, yeniden duyulmaya başlandı boşlukta. Bir yandan çorbasını içiyor, bir yandan da konuşuyordu.
- Yok, böyle olmaz arkadaş. Nereye kadar bakacağım ben size? Emekli olduk. Dedik güzelce dinleniriz. Nerede? Eşek gibi, gece gündüz çalışmaya devam. Niye peki? Bizim Seyit Efendi akademisyen olacakmış da ondan. Hayalleri varmış, umutları varmış. Bizim yok sanki. Bizim umudumuz neden olsun canım? Biz kimiz ki? Bayılıyorum sanki her sabah altıda kalkıp, iki saatlik yolu çekip, sabahtan akşama fabrika köşelerinde beklemeye. Yaşlı başlı adamı atmayalım diye, acıdılar bana da, bekçi yaptılar. O sayede ekmek yiyoruz. Ben ne anlarım dedim mi ben? Bekçilik kim, ben kim dedim mi? Demedim. Niye? Çünkü çalışmaya, evime bakmaya, yaşamaya mecburum. Anladın mı beni? Kime diyorum Seyit? Anladın mı?
Annesi kocasını sakinleştirmek için uğraştı bir süre. Siniri geçince yeniden konuşmaya devam etti baba. Ondan başka kimse konuşmuyordu. Tek çalışan o olduğu için dolayısıyla konuşma hakkı da onundu.
- Bak oğlum! Yaşım 65. Şunun şurasında, birkaç yıl daha çalıştım çalıştım. Sonra istesem de çalışamam. Zararın neresinden dönersen kardır. Ne olursa olsun, boktan bir bölüm bitirmiş bile olsan, okumuş adamsın. Fabrikayla bir konuşalım, sana göre bir iş bakalım. Çalış paranı kazan. Yuvanı kur. Bu şekilde yaşanmaz oğlum. Gel etme eyleme. Vazgeç şu saçma hayallerinden. Kimse böylesi cafcaflı işleri bizim gibi fakirlere yedirmez oğlum. Anla artık şunu.
Aslında babası doğru söylüyordu. Böylesi cafcaflı işleri kimse fakirlere bırakmıyordu artık. Mevkiler makamlar artık hep zenginlerindi. Koca bir ülke, ekonomik durumuna göre; ya vardı ya da yoktu. Seçim yapmanın zamanı gelmişti.
Seyit hiç dokunmadığı kaşığı yerine bırakıp, birden ayağa kalktı. Son kez sofrada oturanlara gülümsedi ve “Böyle olmayacak anne, baba, abla… Benim Allah’la konuşmam lazım.” Deyip hızlıca diğer odaya geçti. Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Ne demek istemişti Seyit? Neden böyle konuşmuştu? Allah ile konuşmak ne demekti? Kısa bir süre sonra, bir el silah sesi duyuldu içeriden. Aile halkı, korkulu gözlerle ayağa kalkıp, koşarak diğer odaya geçtiler. Seyit, babasına bekçilik için verdikleri silahla, kendini vurmuştu. Yerde boylu boyunca yatıyordu. Şakaklarından kan damlıyordu…
Bu olay kimse tarafından duyulmadı. Hiçbir basın yayın organında, haber olarak yer verilmedi. Henüz otuz üç yaşında bir gencin hayalleri, yaşamı, yok olup gitmişti. Geriye bir avuç umut kaldı. O da savruldu gecenin ayazında… Boşlukta asılı kaldı.