Ağaçlar da ölür
Sıcacık bir yaz günü. Hava öylesine güzel ki, incecik bir rüzgâr eşliğinde, sahilde çoluk çocuk, yanakların acıyana kadar kahkahalar atarak yürüyesin geliyor.
Öyle de oldu. İki kızım yanımda. Biri elimi tutuyor, daha küçük olan omuzumda. Güzeller güzeli karım diğer elimi tutuyor. İlk önce omzumdaki kızım fark etti. Şöyle dedi bana. “Baba, bak karşıdaki ormana güneş vurmuş. Kıpkızıl olmuş ağaçlar.” Sadece içimden sessizce, “o güneş değil kızım ateş” diyebildim.
Cayır cayır yanıyordu geleceğimiz. Umutlarımız, yarınlarımız, yaşama dair kasamız. Can damarımız yanıyordu. Doğa bazen büyüklüğünü, küçük gibi gösterip şakalaşır insanlarla. O kadar yakındı ki karşımızdaki orman, yürüsek hemen oradaydık sanki. Oysa oraya ulaşmak saatlerimizi alırdı. Çaresizce sadece baktık, yanıp kül olan ormana…
“Baba, ağaçlar ölür mü?
“Yaşayan her şey ölür yavrum.”
“Onların da mı canı var baba?”
“Evet kızım. Onların da canı var.”
“Peki, canları bizim gibi acır mı?”
“Acır kızım. Acır ama bizim gibi tepki veremezler. Öylece gözümüzün içine hüzünle bakarak, kül olup giderler.”
“O halde orman ölüyor mu baba şimdi?”
“Ölüyor kızım. Sadece o değil biz de ölüyoruz.”
“Biz neden ölüyoruz baba?”
“Su olmadan, orman olmadan, yeşil olmadan, doğa olmadan, bizimle yaşayan canlılar olmadan yaşamanın ne kıymeti var? Her yanı kupkuru kesilmiş toprak parçasına “vatan” demenin ne kıymeti var? Toprak, üstünde duranlarla değerlidir. Ondan var olanlarla…”
Ertesi gün sabah yangın sona ermişti. Ve artık karşımızda duran bir orman yoktu. Acılı bir toprak parçası vardı yalnızca. Sessizce yasını tutuyordu. Duymuyordu kimse duymuyordu…